Gezi Tarihi: 25 - 28.10.2012
Ottikerstrasse: Zürih'te En Sevdiğimiz Durak!
Avrupa Ülkeleri'ne yolculuk
yapmanın birinci ve en zor aşaması olan Schengen Vizesi'ni dahi almadan ucuz
bilet bulduğumuzda hemen satın alıp bu seyahat için plan yaptık. Orada
senelerdir yaşayan arkadaşımızın bize evini açması ise en rahatlatıcı nokta
idi. Zira İsviçre Dünya'nın kişi başına düşen gelir miktarı bakımından önde
gelen devletlerinden olunca insanların alım gücü yüksek dolayısıyla fiyatlar da
ateş pahası! Fakat öyle bir doğa güzelliği ve şehrin disiplini var ki gidip
görmemek olmaz...
Zürih:
İstanbul’dan Zürih’e doğru
uçarken yaklaşık 3 saatlik yolculuk boyunca gidilecek yerin heyecanı her
zamanki gibi bizi sarmadı değil… Hava alanından şehrin içine giden treni
beklerken gördüğümüz tren kalkış saati bize şehrin ilk şakası gibi gelmişti:
10:22. 2 dakikalık hesaplamayı yapamazlar diye düşünürken tam da o saatte trenin
kalktığını görünce şaşırmadık değil!... Bu ilk disiplin örneğimiz idi. Daha
nicelerini şehrin içinde gezerken gördük.
Zürih şehri Zürih Gölü'nün Limmat
Nehri'ne birleştiği noktada kurulmuş. Bu sebepten birçok küçüklü büyüklü eski
yeni köprüler ile karşılaşıyorsunuz şehrin içinde. Her yere ulaşım neredeyse
tramvay, tren kısaca raylı sistemler ile sağlanmakta. Toplu taşıma için önceden
arkadaşımızın ucuz tarife ile aldığı kartı kullandık. Ama birçok Avrupa
ülkesinde olduğu gibi şehre ait toplu taşıma ve müzelerde kullanabileceğiniz
SwissCard’ı da tedarik edebilirsiniz hemen hava alanında. Bizimki gibi turnike
vs gibi bir sistem yok. Durak açıkta, herkes iniyor biniyor, kontrol yok gibi
geliyor önce insana, her yolculukta da yapılmıyor aslında. Orada olduğumuz 4
gün boyunca da sadece bir kere kontrole rastladık. Eğer biletsiz yakalanırsanız
ağır para cezası var. (cidden var ama) Şehrin kuzeyinde yer alan Zürih tren
istasyonu (Hauptbahnhof) adeta bir şölen havasında gerçekten de. Sirkeci –
Haydarpaşa gibi değil daha modernize, daha kalabalık ve daha büyük ama
Neo-Rönesans tarzında. Hemen buradan çıkınca Bahnhofstrasse’de hızlı adımlarla ilerleyip
İsviçre bankalarının ve finans kuruluşlarının, Louis Vuitton, Hermes, Dior,
Rolex, Cartier ve Chanel gibi dünyaca ünlü markaların vitrinlerinin önünden geçerek
sokakları arşınlayabiliyorsunuz. Bizim
ilk durağımız Ottikerstrasse: Zürih'te En Sevdiğimiz Durak! Zira arkadaşımızın
evi burada, birçok kere de sonrasında konuştuğumuzda aklımızda hep o durak ismi
kaldığını anladık, arkadaş da oradan taşındı ama bizim için anısı unutulmaz.
Ev sahibemiz ile eski şehrin
sokaklarında yürüyerek yüksek bir noktadan Avrupa’nın en büyük saatine sahip
kilisesi olan St. Peterskirche’yi, sağımızdaki uzun yeşil kuleli Fraumünster
Kilisesi’ni ve nehrin karşısında çift kuleleri ile bizi selamlayan Grossmünster
Kilisesi’ni görmek aslında Zürih’in kısaca özeti gibi… Şehir tarih kokuyor ve
sokaklarında yürüdükçe görüyoruz ki birçok apartman restorasyonda. Arkadaşımın
da onayladığı gibi burada birçok bina 1800’lü yıllardan kalma. Zira şehir Dünya
Savaşlarından nasibini almamış ve eski olan her şeye sahip çıktıkları için
yıkıp yeniden yapmak yerine eski olanı yenilemeyi tercih ediyorlar. Kısa bir
yürüyüşten sonra St. Peterskirche’ye varıyoruz. Gittiğimizde Ekim ayı olduğu
için hemen kilisenin önündeki ağaçlar tüm renkleri ile Avrupa’nın en büyük
saatine eşlik ediyor. 8. – 9. Yüzyıllar
arasında burada önce bir şato varken sonrasında bina kiliseye çevrilir ve
birçok yeniden yapılanmadan sonra 1706’da son halini alarak günümüze kadar ulaşır.
İçi oldukça sade ve tekdüze. Buradan çıkıp muhteşem çikolatacıları izleyerek
yolumuza devam ediyoruz. Cadılar Bayramı olduğu için vitrinler hep konseptli
olarak süslenmiş. İkinci durağımız gotik mimariye sahip Fraumünster Kilisesi,
13.yüzyılda yapılmış. Kilisenin en büyük özelliği ise, içerisindeki pencereler.
Her bir pencerenin ayrı bir teması bulunuyor. Hıristiyanlık kültürünün önemli
karakterleri, her bir pencerenin dizaynına ilham vermiş görünüyor. İçeride
fotoğraf ve çekmek ise yasak! Buradan çıkarak köprünün karşına geçtiğinizde ise
bizi bekleyen Grossmünster Kilisesi’nin sayısını anımsayamadığım merdivenleri
imiş!.. Çünkü kulesinden görülebilecek şehir manzarası harika olduğu için biz
azıcık dişimizi sıkarak kulelere çıktık ve o manzarayı görmek bizi kesinlikle
çok mutlu etti. Charlemagne tarafından 9. Yüzyılda Romanesk mimari tarzında
yaptırılmış kilise, Zürih’in reform sonrası yüzünü temsil ediyor. Dışarıdan
görünüşü kadar, sözünü ettiğim kuleler de kesinlikle bir cazip noktası. Zürih
gecelerinde ise gördüğümüz ve tatlarını keşfettiğimiz El Lokal’i kesinlikle
tavsiye ederiz.
![]() |
Zürih |
Luzern:
İkinci gün hedefimiz Alpleri daha
yakından göreceğimiz Luzern şehri idi. Zürih’ten trene binip yaklaşık 50 dk
sonra şehrin garına geldiğimizde ilk iş turist bilgilendirme noktasına
uğramaktı. Şehir kataloğunda fotoğraf çekilecek yerleri bile işaretlemişler,
yürüyerek gezilebilecek küçük bir balıkçı kasabası tadında Luzern. Gardan
çıkınca hemen karşınızda bir tak ve solda Kunstsmuseum var. Ama bizi asıl çeken
Luzern Gölü’nü besleyen Reuss Nehri üzerindeki Kapellbrücke - Şapel
Köprüsü’ydü. Üstü kapalı olan köprünün ilk yapımı 14. Yüzyıla dayansa da
1993’te yandığı için 1994’te tekrar yapılarak hizmete açılmış. Yaya olarak
köprünün üzerinde dolaşırken iki şey dikkatinizi çekecek: sekizgen şekildeki Su
Külesi (Wassertrum) ve köprünün tavan kısmında sıralanan azizlerin, şehrin
kahramanlarının isimleri. Köprüyü arkamızda bırakıp 1600’lü yıllardan kalma
Leodegar Katedralini de gezip şehrin simgesi olan Luzern Aslan Anıtı’na doğru
yol alıyoruz. İnanılmaz büyüleyici bir manzara bizi karşılıyor. Dağın kalbine
nakşedilmiş gibi yapılan kaya heykeli yatan bir aslanı tasvir ediyor. O kadar
hüzünlü ki anıtın çevresindeki hava bile hüzün kokuyor gibi. Fransız Devrimi
sonrasında paralı olarak Fransa Ordusu’nda görev alan, kralı ve ailesini
korumak için görev alan 1792'de kılıçtan geçirilen 760 İsviçre askerinin
anısına yaptırılmış. Taşa oyulan, ölümcül bir mızrak yarası almış aslan figürü
1821 yılında, Danimarkalı heykeltıraş Bertel Thorvaldsen tarafından yapılmış. Bu
çok başarılı sanat eserini geride bırakarak geçmişi 600 yıl öncesine dayanan
şehrin surlarını gezmek için yukarıya doğru tırmanıyoruz. Museggmauer
Avrupa’nın en iyi korunmuş ve en uzun surunun bir bölümü imiş. 1350-1408
yılları arasında inşa edilmiştir. Uzunluğu, yaklaşık: 870 metredir. Bu
surlardan şehre bir de yukarıdan baktıktan sonra yine ana gara doğru yürüyerek
Alp maceramıza doğru yaklaşmıştık.
![]() |
Luzern |
Rigi Bahn:
Aslında o gün tamamen başka bir rota
düşünmüştük Alplerle tanışmak için ama kader, bizi “Dağların Kraliçesi” diye
adlandırılan Rigi ile tanıştırdı. Luzern kenti ana tren istasyonunun tam
karşısından saatimiz gelince vapura bindik. Sis bizi takip ediyor, biz vapurla
kaçmaya çalışıyor gibiydik. Yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuk sonrası
Vitznau’ya ulaştık. Burası Avrupa’nın ilk dişli raylı demiryolu olan Rigi-Bahn
için trene bineceğimiz nokta idi. Trene binince şöyle bir yolcuları inceledik
tabi ki. 2 tane çekik gözlü kız, tek başına gezen yine Asyalı bir kız, Arap bir
aile, İngilizce konuşan bir grup trekkingçi insan ve yukarıdaki evlerine
ulaşmak için tarihi treni okul servisi olarak kullanan 9 – 10 yaşlarındaki
güzel çocuklar ilgimizi çekmişti.
Tren dişleri ray üzerinde yerine
oturdukça takdiri sayılır bir gürültü çıkararak bizi yukarı doğru çıkarmaya
başladı. Ama nasıl bir eğimde yolculuk ettiğimizi anlatmak lazım! Yerimizi
değiştirmek için koltuktan kalktığımızda alışkın olmadığımızdan kendimizi aniden
karşı koltukta buluveriyorduk. Sonrasında merak edip baktık, tren %25 eğimde
yolculuk etmekte imiş. Trenin “dengesizliğine” alıştıktan sonra dışarıyı
izlemeye koyulduk. Biz yukarı çıktıkça sis daha da çok artıyordu.
Almanca bilmediğini iddia eden
ama gayet yerel halkla iletişime geçen arkadaşımız arkada hiç fark etmediğimiz
bir amcayla muhabbete daldı. Meğerse amca buraya sık sık böyle sisli havalarda
özellikle gelir “bulut denizi” diye adlandırdığı manzarayı izlermiş. Evet sisin
içinde yaklaşık olarak 5-6 dk. yolculuk ettikten sonra yavaş yavaş daha da
yüksek irtifaya çıkınca o deniz bizi büyülemeye başladı. 5-6 durak sonrasında
Rigi – Kulm’a yani buranın en yüksek tepesine ulaştık. 1752 m’de karşımızda
dağlar ve yeşillikler vardı.
Aşağıdaki vadiyi tamamen kaplamış
yoğun sis bulutu – bulut denizi o kadar geride kalmıştı ki sanki uçaktaki
pencereden dışarıyı gözlemliyormuşuz gibi hissettik. İnanılmaz bir deneyimdi!
Dönüş vakti geldiğinde trene
bindik ama bu sefer bizi geldiğimiz yönden farklı bir rota bekliyordu. Rigi
Kaltbad durağında inerek teleferiğe bindik. Yaklaşık 40 dakika havadan yolculuk
ederek Weggis’e vardık. Havada yolculuk diyorum ama 10 dakikasında görebildiğimiz
sadece bizi tutan elektrik kablosu oldu! Yokluğun içinde hiç tanımadığımız en
az 5 farklı milletten insanla yolculuk etmek çok acayipti kesinlikle. Sisin
içinden geçtiğimizde gölün kenarındaki küçük kasabayı yukarıdan izlemek
keyifliydi. İnip kasabanın içinden aşağı limana yürürken herkes “Şu da benim
evin olsun!” diye içinden geçirdi mi acaba…
Weggis’ten Luzern’e vapurla yolculuk edip
oradan da trenle Zürih’e geri döndük. Tüm bunlar 2 saatimizi aldı!... İstanbul
trafiğinde kalmaya alışkın bizler için İsviçre’de şehirlerarası yolculuğun bile
biz Türklere zor geleceğini hiç sanmıyorum.
![]() |
Rigi Bahn |
Lozan:
Alplerden aldığımız temiz hava
ile güne zinde başlamıştık. Rotamız Lozan ve Cenevre’ydi. Vakit kaybetmeden
yola koyulmuştuk. Ulaşımın kolay olduğu bu şehirde Zürih’ten tren ile Lozan’a
hareket ettik. Lozan Barış Antlaşması bu şirin İsviçre kentinde imzalanmış 1923
yılında. Lozan, Leman Gölü kıyısındaki onlarca şehirden biri. Nüfusu 136 bin
dolaylarında. Çevresindeki belediyelerle birlikte 350 bine yaklaşıyor. İçinde
bulunduğu Vaud kantonunun başkenti. İsviçre’nin Fransızca konuşulan bölgesinde
yer alıyor. Şehrin kendi havalimanı yok. En yakın havalimanı Cenevre’de. Tüm
Avrupa şehirlerinde olduğu gibi eski ve görkemli yapılar dikkatimizi çekmişti. Lozan’ın
en göz alıcı yapısı inşaatı 13. yüzyılda tamamlanmış Lozan Katedrali’ymiş.
Katedral tüm İsviçre’nin en güzel Gotik katedrali olarak kabul ediliyor.
İçerisinde vitraylar ve org görülmeye değerdi. Katedralin içi kadar dışa da
etkileyici ayrıntılarla bezenmişti. Şehre hâkim bir tepe üzerine kurulan
katedralin avlusu da bir o kadar güzel manzaralar sunuyor. Şehri panoramik
olarak görüp bol bol fotoğraf çektik.
Palud Meydanı’na inmek için
tarihi Marché merdivenlerini kullanıyoruz. Lozan yokuşlar ve merdivenler şehri
denilebilir. Bir ara İsviçre denince akla ilk gelen şeyin çikolata olduğu hatırlatan
sevgili arkadaşımız bizi Petite Restoranın içine sokuyor. Nasıl şirin bir yer
her yer mis gibi çikolata kokuyor. Sıcak çikolatalarımızı içip (tadı hala
damağımda) yola devam ediyoruz. Palud Meydanı’na indik burası küçük ama çok
renkli bir mekan. Lozan Belediye Başkanlığı binası burada bulunuyor. Meydanın
orta yerinde ufak ama göze hitap eden bir havuz var. Havuzun içinde adalet
heykeli var. Meydan trafiği kapalı ve birçok cadde için geçir görevi yapıyor.
Merkezden uzaklaşıp göl kıyısında
ki Ouchy’ye varmak için metroyu tercih ediyoruz. Trablusgarp, Bingazi ve Oniki
Adaları elden çıkardığımız meşhur Uşi Antlaşması adını Ouchy semtinden alıyor. Tren
garında ve göl kıyısındaki Ouchy semtinde olmak üzere 2 adet turizm danışma
ofisi var. Bizde Ouchy’deki turizm ofisinden bölgeye ait broşürler aldık.
Olimpiyat Oyunları’nı yeniden insanlığa kazandıran Baron Pierre de Coubertin,
1915 yılında Lozan’ı Olimpiyat başkenti olarak seçmiş. Uluslararası Olimpiyat
Komitesi Lozan’da yer alıyor. Tüm Olimpiyat dallarının yönetim birimleri; bunun
yanı sıra 44 uluslararası spor organizasyonu ve federasyonu genel merkezlerini
Olimpiyat başkenti Lozan’da kurmayı uygun görmüş. Türünün ilk ve tek örneği
olan bir Olimpiyat Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor Lozan. Yağmurlu gün olduğu
için son olarak göl kıyısı boyunca uzunca bir yürüyüş yaparak Ouchy gezimizi
bitiriyoruz.
Cenevre:
![]() |
Lozan |
Cenevre:
Saatin memleketi Cenevre’ye
Lozan’dan trenle yaklaşık 45 dakikada sürüyormuş. İsviçre’de hayatımızda hiç
binmediğimiz kadar trene binmiş olduk aslında. Ülkede 4 resmi dil var: Almanca,
Fransızca, İtalyanca ve Romanş. Bu nedenden tren anonsları oldukça uzun sürüyor
J
Trenden indikten sonra Mont-Blanc Köprüsünden geçip eski şehir
tarafına doğru yürüyoruz. Cenevre İstanbul’dan gidenler için sakin ve
hareketsiz bir şehir. Ayrıca zengin ve standartları yüksek bir kent.
Bu şehirde çoğu göl kenarında 50
adet park varmış bu da Cenevre’yi Avrupa’nın
en yeşil şehirlerinden biri yapıyor. Cenevre’nin ünlü “İngiliz Bahçesi” ,
Mont-Blanc Köprüsü’nün hemen yanı başında ve gölün sol kıyısında olan parkta
yürümeye başladık. Parkın en önemli simgesi dünyaca ünlü dev Çiçek Saat 1955
yılından beri parktaymış. Her mevsim yeni bir tasarımla saatin renkleri de
değişiyormuş. Saniyeleri gösteren 2,5 metrelik ibresi ise dünyanın en
uzunuymuş.
Tabi burası İsviçre, yağmur
kaçınılmaz. Arada bir yağmur atıyor, arada bir güneş açıyor. Biz de eski şehrin
ara sokaklarında küçük bir gezintiye çıktık. Köprünün karşı yakasında lüks
mağazalar vardı. Oyuncak mağazaları, çikolata dükkanları ve merkezde bulunan
atlı karınca çok hoşumuza gitmişti. Bu gezintinin sonunda Cenevre’nin en
görkemli yapılarından biri Aziz Pierre Katedrali (St. Pierre)’ne ulaştık. Kilisenin
içinde koronun oturduğu bölüm, St. Adrew’ın vitrayları, Calvin’in sandalyesi,
Macchabées Şapel’i görülmeye değer. Kilisenin
kulesine tırmanarak tüm Cenevre’yi ve Cenevre Gölü (Leman Gölü) manzarasını
görme şansı yakalayabilirsiniz biz biraz yorgunluktan kilisenin içinde
dinlenmeyi tercih ettik.
Artık karnımızın acıktığını
hissetmiştik. İsviçre denilince akla ilk gelen şeylerden biri de peynir. Peynir
fondü nasıl olur diye merak etmedik değil gezi boyunca… Navigasyonumuza güvenerek
oraların iyi restoranlarından biri olan Cave Valaisanne bulduk. Girişte peynir
tezgahı vardı peyniri kesip eritiyor. Size sunulanda tencere içinde gelen 3
farklı erimiş peynir (eski kaşar, kars gravyer, cheddar). Tencerenin içinde ki
erimiş peynir sıcak olsun diye altına mum yanıyor. Yeme şekli ise uzun ince bir
çatala küp küp kesilmiş ekmek takıp tencerenin içindeki peynire bandıra bandıra
güzelce yiyoruz. Bu yemeğin ismi Fransızcadan geliyormuş: Fondre (erimek) ve
fondue (eritilmiş). Fondünün İsviçre dışında 1960'lı yıllarda tanınmış ve
ABD'de 1970'lerin en 'in' yemeği haline gelmiş.
Hava kararmaya başladı ve dönüş
yoluna geçtik. Rhone nehri ve Orta Avrupa’nın ikinci büyük tatlısu gölü olan
Leman, Cenevre’yi ikiye ayırıyor. Leman gölünün ortasındaki kıyıya 400 metre
uzaklıkta bulunan ünlü Jet d’Eau fıskiyesini görmeden gitmek olmazdı. Başlangıçta
şehre su dağıtımında güvenlik supabı olarak kullanılıyormuş. Bugün dünyanın en
güçlü fıskiyesi ve Cenevre’nin de simgesi. Saatte 200 km hızla göl sularını 140
metre yükseğe fışkırtarak görsel bir şölen sunuyor. Cenevre’de doğan ünlü
filozof ve yazar Jean- Jacques Rousseau’nun anısına bu ad verilmiş.
4. gün artık dönüş yoluna geçme
vakti gelmişti. Disiplinli şehirleri, muhteşem doğası ile bizi büyüleyen İsviçre’yi,
daha sıcak bir havada tekrar görmek üzere, bize inanılmaz güzel bir şekilde ev
sahipliği yapan arkadaşımızı geride bırakarak uçağımıza bindik. Kendi kendimize
sorduk da aslında acaba Heidi’yi gördük de fark etmedik mi, mor inekler vardı belki de… Çikolata tadında
ve mükemmelliğinde geçirdiğimiz tatil bize gerçekten çok iyi gelmişti.