4 Eylül 2014 Perşembe

Gölyazı

Gezi Tarihi: 10 Eylül 2011



Merve Canon 550D



Eylül ayında gezilebilecek, İstanbul'a günübirlik mesafede olan yerleri düşünürken aklıma 3 sene önce ÜFK ile gittiğimiz fotoğraf açısından da zengin olan Gölyazı geldi. Eskihisar Topçular İskelesi sonrası Yalova üzerinden Bursa'ya ulaşarak Gölyazı'na gitmek mümkün. Uluabat Gölü kıyısında bir yarımada Gölyazı. Küçük bir balıkçı köyü, hala bakir kalabilmiş bir cennet adeta. 

Öncelikle adaya uzaktan bakan bir tepeye çıkarak Gölyazı'yı görebileceğimiz kadar yüksekten görerek fotoğrafladık. Bizim gezilerimizi normal gezilerden farklı kılan fotoğraf olunca, ilk işimiz tüm gittiğimiz yerlerde çoğu zaman bölgeye girmeden orayı yukarıdan fotoğraflamak oluyor. Burada da rutin değişmiyordu. 

Köyü dışarıya bağlayan incecik köprüden geçip de meydana düşünce Gölyazı'na varmış olduk. Sahil boyunca gezip köyün içinde kaybolmayı kesinlikle öneriyorum. Eski Rum evlerini, salça yapan kadınları,  yaşlı konuksever amcaları, balıktan dönen - balığa giden balıkçıları, serbestçe oynayan çocukları görüp de eşsiz portre fotoğrafları çekebileceğiniz stüdyo gibi burası... 

Tekne kiralayıp (çok uygun bir fiyata) Gölyazı'na bir de suyun içinden bakmayı tercih de edebilirsiniz. Doğru sezonda gelirseniz nilüferleri de görme şansınız var çünkü kaptanlar bitkilerin nerede olduğunu biliyor ve talep etmeniz durumunda sizi yanlarına kadar götürüyorlar. Gün batımında göl üstündeki balıkçıları fotoğraflamak ise kesinlikle başlı başına bir eğlence. Biz yapamadık ama siz gider iseniz önerim günü batırmadan dönmeyin. 

Ness Nikon D7000

Kaçırmamanız gereken bir diğer yer ise Ağlayan Çınar. Hikayesi ise şöyle: (Kaynakça: http://www.aglayancinar.com/sayfa.php?id=75&gid=0 )

Anlatılan odur ki; şimdiki adı Gölyazı olan Apolyont şehrinde, Osmanlı döneminde Rumlar ve Türkler birlikte yaşarmış. Bizim delikanlı Mehmet güzeller güzeli Rum kızı Eleni'ye sevdalanmış. Çocukluktan beri süregelen bu aşk, Kurtuluş Savaşı yıllarında Rum köylerinin boşaltılmasıyla birlikte bir kabusa dönüşmüş. Mübadele ile Apolyont'ta bulunan Rumlar ile Selanik'te bulunan Türkler yer değiştirmiş. Apolyont'tan topyekün yola çıkan Rumlar içerisinde Mehmet'in sevgilisi Eleni ve ailesi de varmış. Bunu öğrenen Mehmet kalabalığın içerisinde sevdiği kızı Eleni'yi aramaya başlamış. Tam onu gördüğü sırada Eleni'nin büyük ağabeyi Yorgi Mehmet'in yolunu kesip geri dönmesini ve Eleni'yi unutmasını söylemiş. "Bizler artık kardeş komşular değil, düşman iki milletiz. Bu iş asla olmaz!" demiş. Mehmet sevdasından asla vazgeçmeyeceğini gerekirse bu uğurda canını bile vereceğini söylemiş. Bunun üzerine sinirlenen Yorgi, hançerini çekip defalarca Mehmet'e saplamış. Aldığı yaralarla acılar içerisinde kıvranan Mehmet, son bir gayretle Eleni'yle gizli gizli buluştuğu ulu çınarın oyuğuna kadar gelmiş.

Vücudundan akan kanlarla çınarın oyuğuna şunları yazmış:"Canım sevdiğim, sonsuza dek seni burada bekleyeceğim." Konvoy ilerlerken Eleni'nin sırdaşı, can dostu Penelopi, Yorgi ile Mehmet arasında geçen tartışmayı görmüş koşarak can dostunun yanına giderek bütün olan biteni anlatmış. Olanları öğrenen Eleni, bir fırsatını bulup konvoydan ayrılarak doğruca sevdiğine koşmuş. Ancak çınarın oyuğuna geldiğinde her zaman en mutlu anlarını geçirdiği bu ulu çınar onun kabusu olmuş. Biricik sevdiği kanlar içerisinde oracıkta boylu boyuna yatıyormuş. Sevdiğinin başını kollarına almış, son kez gözlerine bakmış, hıçkırıklar içerisinde ağlayarak "Merak etme bitanem, az sonra kavuşacağız ve sonsuza dek bu çınarın oyuğu olacak yuvamız, bu çınar var oldukça sonsuza dek yaşayacak sevdamız..."demiş. Daha sonra belinden çözdüğü kuşağının bir ucunu çınarın bir dalına, diğer ucunu da boynuna geçirerek oracıkta canına kıymış. Efsane odur ki; ulu çınar bu hazin öykünün ardından kanlı gözyaşları dökmeye başlamış. 

Oldukça açıklı bir hikayeye sahip bu çınarın gölgesinde oturup dinlenirken efsanelerle süslenmiş bu coğrafyada olmanın tadını duyumsadığımı anımsıyorum. Anadolu'nun her köşesi irili ufaklı sürprizlerle, güzelliklerle dolu. Bu yüzden keşfetmeye devam!...


Anılar



15 Ağustos 2014 Cuma

Ottikerstrasse: Zürih'te En Sevdiğimiz Durak

Gezi Tarihi: 25 - 28.10.2012

Ottikerstrasse: Zürih'te En Sevdiğimiz Durak!

Avrupa Ülkeleri'ne yolculuk yapmanın birinci ve en zor aşaması olan Schengen Vizesi'ni dahi almadan ucuz bilet bulduğumuzda hemen satın alıp bu seyahat için plan yaptık. Orada senelerdir yaşayan arkadaşımızın bize evini açması ise en rahatlatıcı nokta idi. Zira İsviçre Dünya'nın kişi başına düşen gelir miktarı bakımından önde gelen devletlerinden olunca insanların alım gücü yüksek dolayısıyla fiyatlar da ateş pahası! Fakat öyle bir doğa güzelliği ve şehrin disiplini var ki gidip görmemek olmaz...

Zürih:
İstanbul’dan Zürih’e doğru uçarken yaklaşık 3 saatlik yolculuk boyunca gidilecek yerin heyecanı her zamanki gibi bizi sarmadı değil… Hava alanından şehrin içine giden treni beklerken gördüğümüz tren kalkış saati bize şehrin ilk şakası gibi gelmişti: 10:22. 2 dakikalık hesaplamayı yapamazlar diye düşünürken tam da o saatte trenin kalktığını görünce şaşırmadık değil!... Bu ilk disiplin örneğimiz idi. Daha nicelerini şehrin içinde gezerken gördük.
Zürih şehri Zürih Gölü'nün Limmat Nehri'ne birleştiği noktada kurulmuş. Bu sebepten birçok küçüklü büyüklü eski yeni köprüler ile karşılaşıyorsunuz şehrin içinde. Her yere ulaşım neredeyse tramvay, tren kısaca raylı sistemler ile sağlanmakta. Toplu taşıma için önceden arkadaşımızın ucuz tarife ile aldığı kartı kullandık. Ama birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi şehre ait toplu taşıma ve müzelerde kullanabileceğiniz SwissCard’ı da tedarik edebilirsiniz hemen hava alanında. Bizimki gibi turnike vs gibi bir sistem yok. Durak açıkta, herkes iniyor biniyor, kontrol yok gibi geliyor önce insana, her yolculukta da yapılmıyor aslında. Orada olduğumuz 4 gün boyunca da sadece bir kere kontrole rastladık. Eğer biletsiz yakalanırsanız ağır para cezası var. (cidden var ama) Şehrin kuzeyinde yer alan Zürih tren istasyonu (Hauptbahnhof) adeta bir şölen havasında gerçekten de. Sirkeci – Haydarpaşa gibi değil daha modernize, daha kalabalık ve daha büyük ama Neo-Rönesans tarzında. Hemen buradan çıkınca  Bahnhofstrasse’de hızlı adımlarla ilerleyip İsviçre bankalarının ve finans kuruluşlarının, Louis Vuitton, Hermes, Dior, Rolex, Cartier ve Chanel gibi dünyaca ünlü markaların vitrinlerinin önünden geçerek sokakları arşınlayabiliyorsunuz.  Bizim ilk durağımız Ottikerstrasse: Zürih'te En Sevdiğimiz Durak! Zira arkadaşımızın evi burada, birçok kere de sonrasında konuştuğumuzda aklımızda hep o durak ismi kaldığını anladık, arkadaş da oradan taşındı ama bizim için anısı unutulmaz.
Ev sahibemiz ile eski şehrin sokaklarında yürüyerek yüksek bir noktadan Avrupa’nın en büyük saatine sahip kilisesi olan St. Peterskirche’yi, sağımızdaki uzun yeşil kuleli Fraumünster Kilisesi’ni ve nehrin karşısında çift kuleleri ile bizi selamlayan Grossmünster Kilisesi’ni görmek aslında Zürih’in kısaca özeti gibi… Şehir tarih kokuyor ve sokaklarında yürüdükçe görüyoruz ki birçok apartman restorasyonda. Arkadaşımın da onayladığı gibi burada birçok bina 1800’lü yıllardan kalma. Zira şehir Dünya Savaşlarından nasibini almamış ve eski olan her şeye sahip çıktıkları için yıkıp yeniden yapmak yerine eski olanı yenilemeyi tercih ediyorlar. Kısa bir yürüyüşten sonra St. Peterskirche’ye varıyoruz. Gittiğimizde Ekim ayı olduğu için hemen kilisenin önündeki ağaçlar tüm renkleri ile Avrupa’nın en büyük saatine eşlik ediyor.  8. – 9. Yüzyıllar arasında burada önce bir şato varken sonrasında bina kiliseye çevrilir ve birçok yeniden yapılanmadan sonra 1706’da son halini alarak günümüze kadar ulaşır. İçi oldukça sade ve tekdüze. Buradan çıkıp muhteşem çikolatacıları izleyerek yolumuza devam ediyoruz. Cadılar Bayramı olduğu için vitrinler hep konseptli olarak süslenmiş. İkinci durağımız gotik mimariye sahip Fraumünster Kilisesi, 13.yüzyılda yapılmış. Kilisenin en büyük özelliği ise, içerisindeki pencereler. Her bir pencerenin ayrı bir teması bulunuyor. Hıristiyanlık kültürünün önemli karakterleri, her bir pencerenin dizaynına ilham vermiş görünüyor. İçeride fotoğraf ve çekmek ise yasak! Buradan çıkarak köprünün karşına geçtiğinizde ise bizi bekleyen Grossmünster Kilisesi’nin sayısını anımsayamadığım merdivenleri imiş!.. Çünkü kulesinden görülebilecek şehir manzarası harika olduğu için biz azıcık dişimizi sıkarak kulelere çıktık ve o manzarayı görmek bizi kesinlikle çok mutlu etti. Charlemagne tarafından 9. Yüzyılda Romanesk mimari tarzında yaptırılmış kilise, Zürih’in reform sonrası yüzünü temsil ediyor. Dışarıdan görünüşü kadar, sözünü ettiğim kuleler de kesinlikle bir cazip noktası. Zürih gecelerinde ise gördüğümüz ve tatlarını keşfettiğimiz El Lokal’i kesinlikle tavsiye ederiz.


Zürih

Luzern:
İkinci gün hedefimiz Alpleri daha yakından göreceğimiz Luzern şehri idi. Zürih’ten trene binip yaklaşık 50 dk sonra şehrin garına geldiğimizde ilk iş turist bilgilendirme noktasına uğramaktı. Şehir kataloğunda fotoğraf çekilecek yerleri bile işaretlemişler, yürüyerek gezilebilecek küçük bir balıkçı kasabası tadında Luzern. Gardan çıkınca hemen karşınızda bir tak ve solda Kunstsmuseum var. Ama bizi asıl çeken Luzern Gölü’nü besleyen Reuss Nehri üzerindeki Kapellbrücke - Şapel Köprüsü’ydü. Üstü kapalı olan köprünün ilk yapımı 14. Yüzyıla dayansa da 1993’te yandığı için 1994’te tekrar yapılarak hizmete açılmış. Yaya olarak köprünün üzerinde dolaşırken iki şey dikkatinizi çekecek: sekizgen şekildeki Su Külesi (Wassertrum) ve köprünün tavan kısmında sıralanan azizlerin, şehrin kahramanlarının isimleri. Köprüyü arkamızda bırakıp 1600’lü yıllardan kalma Leodegar Katedralini de gezip şehrin simgesi olan Luzern Aslan Anıtı’na doğru yol alıyoruz. İnanılmaz büyüleyici bir manzara bizi karşılıyor. Dağın kalbine nakşedilmiş gibi yapılan kaya heykeli yatan bir aslanı tasvir ediyor. O kadar hüzünlü ki anıtın çevresindeki hava bile hüzün kokuyor gibi. Fransız Devrimi sonrasında paralı olarak Fransa Ordusu’nda görev alan, kralı ve ailesini korumak için görev alan 1792'de kılıçtan geçirilen 760 İsviçre askerinin anısına yaptırılmış. Taşa oyulan, ölümcül bir mızrak yarası almış aslan figürü 1821 yılında, Danimarkalı heykeltıraş Bertel Thorvaldsen tarafından yapılmış. Bu çok başarılı sanat eserini geride bırakarak geçmişi 600 yıl öncesine dayanan şehrin surlarını gezmek için yukarıya doğru tırmanıyoruz. Museggmauer Avrupa’nın en iyi korunmuş ve en uzun surunun bir bölümü imiş. 1350-1408 yılları arasında inşa edilmiştir. Uzunluğu, yaklaşık: 870 metredir. Bu surlardan şehre bir de yukarıdan baktıktan sonra yine ana gara doğru yürüyerek Alp maceramıza doğru yaklaşmıştık.


Luzern

Rigi Bahn:
Aslında o gün tamamen başka bir rota düşünmüştük Alplerle tanışmak için ama kader, bizi “Dağların Kraliçesi” diye adlandırılan Rigi ile tanıştırdı. Luzern kenti ana tren istasyonunun tam karşısından saatimiz gelince vapura bindik. Sis bizi takip ediyor, biz vapurla kaçmaya çalışıyor gibiydik. Yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuk sonrası Vitznau’ya ulaştık. Burası Avrupa’nın ilk dişli raylı demiryolu olan Rigi-Bahn için trene bineceğimiz nokta idi. Trene binince şöyle bir yolcuları inceledik tabi ki. 2 tane çekik gözlü kız, tek başına gezen yine Asyalı bir kız, Arap bir aile, İngilizce konuşan bir grup trekkingçi insan ve yukarıdaki evlerine ulaşmak için tarihi treni okul servisi olarak kullanan 9 – 10 yaşlarındaki güzel çocuklar ilgimizi çekmişti.
Tren dişleri ray üzerinde yerine oturdukça takdiri sayılır bir gürültü çıkararak bizi yukarı doğru çıkarmaya başladı. Ama nasıl bir eğimde yolculuk ettiğimizi anlatmak lazım! Yerimizi değiştirmek için koltuktan kalktığımızda alışkın olmadığımızdan kendimizi aniden karşı koltukta buluveriyorduk. Sonrasında merak edip baktık, tren %25 eğimde yolculuk etmekte imiş. Trenin “dengesizliğine” alıştıktan sonra dışarıyı izlemeye koyulduk. Biz yukarı çıktıkça sis daha da çok artıyordu.
Almanca bilmediğini iddia eden ama gayet yerel halkla iletişime geçen arkadaşımız arkada hiç fark etmediğimiz bir amcayla muhabbete daldı. Meğerse amca buraya sık sık böyle sisli havalarda özellikle gelir “bulut denizi” diye adlandırdığı manzarayı izlermiş. Evet sisin içinde yaklaşık olarak 5-6 dk. yolculuk ettikten sonra yavaş yavaş daha da yüksek irtifaya çıkınca o deniz bizi büyülemeye başladı. 5-6 durak sonrasında Rigi – Kulm’a yani buranın en yüksek tepesine ulaştık. 1752 m’de karşımızda dağlar ve yeşillikler vardı.
Aşağıdaki vadiyi tamamen kaplamış yoğun sis bulutu – bulut denizi o kadar geride kalmıştı ki sanki uçaktaki pencereden dışarıyı gözlemliyormuşuz gibi hissettik. İnanılmaz bir deneyimdi!
Dönüş vakti geldiğinde trene bindik ama bu sefer bizi geldiğimiz yönden farklı bir rota bekliyordu. Rigi Kaltbad durağında inerek teleferiğe bindik. Yaklaşık 40 dakika havadan yolculuk ederek Weggis’e vardık. Havada yolculuk diyorum ama 10 dakikasında görebildiğimiz sadece bizi tutan elektrik kablosu oldu! Yokluğun içinde hiç tanımadığımız en az 5 farklı milletten insanla yolculuk etmek çok acayipti kesinlikle. Sisin içinden geçtiğimizde gölün kenarındaki küçük kasabayı yukarıdan izlemek keyifliydi. İnip kasabanın içinden aşağı limana yürürken herkes “Şu da benim evin olsun!” diye içinden geçirdi mi acaba…
 Weggis’ten Luzern’e vapurla yolculuk edip oradan da trenle Zürih’e geri döndük. Tüm bunlar 2 saatimizi aldı!... İstanbul trafiğinde kalmaya alışkın bizler için İsviçre’de şehirlerarası yolculuğun bile biz Türklere zor geleceğini hiç sanmıyorum.

Rigi Bahn

Lozan:
Alplerden aldığımız temiz hava ile güne zinde başlamıştık. Rotamız Lozan ve Cenevre’ydi. Vakit kaybetmeden yola koyulmuştuk. Ulaşımın kolay olduğu bu şehirde Zürih’ten tren ile Lozan’a hareket ettik. Lozan Barış Antlaşması bu şirin İsviçre kentinde imzalanmış 1923 yılında. Lozan, Leman Gölü kıyısındaki onlarca şehirden biri. Nüfusu 136 bin dolaylarında. Çevresindeki belediyelerle birlikte 350 bine yaklaşıyor. İçinde bulunduğu Vaud kantonunun başkenti. İsviçre’nin Fransızca konuşulan bölgesinde yer alıyor. Şehrin kendi havalimanı yok. En yakın havalimanı Cenevre’de. Tüm Avrupa şehirlerinde olduğu gibi eski ve görkemli yapılar dikkatimizi çekmişti. Lozan’ın en göz alıcı yapısı inşaatı 13. yüzyılda tamamlanmış Lozan Katedrali’ymiş. Katedral tüm İsviçre’nin en güzel Gotik katedrali olarak kabul ediliyor. İçerisinde vitraylar ve org görülmeye değerdi. Katedralin içi kadar dışa da etkileyici ayrıntılarla bezenmişti. Şehre hâkim bir tepe üzerine kurulan katedralin avlusu da bir o kadar güzel manzaralar sunuyor. Şehri panoramik olarak görüp bol bol fotoğraf çektik.
Palud Meydanı’na inmek için tarihi Marché merdivenlerini kullanıyoruz. Lozan yokuşlar ve merdivenler şehri denilebilir. Bir ara İsviçre denince akla ilk gelen şeyin çikolata olduğu hatırlatan sevgili arkadaşımız bizi Petite Restoranın içine sokuyor. Nasıl şirin bir yer her yer mis gibi çikolata kokuyor. Sıcak çikolatalarımızı içip (tadı hala damağımda) yola devam ediyoruz. Palud Meydanı’na indik burası küçük ama çok renkli bir mekan. Lozan Belediye Başkanlığı binası burada bulunuyor. Meydanın orta yerinde ufak ama göze hitap eden bir havuz var. Havuzun içinde adalet heykeli var. Meydan trafiği kapalı ve birçok cadde için geçir görevi yapıyor.
Merkezden uzaklaşıp göl kıyısında ki Ouchy’ye varmak için metroyu tercih ediyoruz. Trablusgarp, Bingazi ve Oniki Adaları elden çıkardığımız meşhur Uşi Antlaşması adını Ouchy semtinden alıyor. Tren garında ve göl kıyısındaki Ouchy semtinde olmak üzere 2 adet turizm danışma ofisi var. Bizde Ouchy’deki turizm ofisinden bölgeye ait broşürler aldık. Olimpiyat Oyunları’nı yeniden insanlığa kazandıran Baron Pierre de Coubertin, 1915 yılında Lozan’ı Olimpiyat başkenti olarak seçmiş. Uluslararası Olimpiyat Komitesi Lozan’da yer alıyor. Tüm Olimpiyat dallarının yönetim birimleri; bunun yanı sıra 44 uluslararası spor organizasyonu ve federasyonu genel merkezlerini Olimpiyat başkenti Lozan’da kurmayı uygun görmüş. Türünün ilk ve tek örneği olan bir Olimpiyat Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor Lozan. Yağmurlu gün olduğu için son olarak göl kıyısı boyunca uzunca bir yürüyüş yaparak Ouchy gezimizi bitiriyoruz.

Lozan 

Cenevre:
Saatin memleketi Cenevre’ye Lozan’dan trenle yaklaşık 45 dakikada sürüyormuş. İsviçre’de hayatımızda hiç binmediğimiz kadar trene binmiş olduk aslında. Ülkede 4 resmi dil var: Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanş. Bu nedenden tren anonsları oldukça uzun sürüyor J
Trenden indikten sonra  Mont-Blanc Köprüsünden geçip eski şehir tarafına doğru yürüyoruz. Cenevre İstanbul’dan gidenler için sakin ve hareketsiz bir şehir. Ayrıca zengin ve standartları yüksek bir kent.
Bu şehirde çoğu göl kenarında 50 adet park varmış bu da Cenevre’yi  Avrupa’nın en yeşil şehirlerinden biri yapıyor. Cenevre’nin ünlü “İngiliz Bahçesi” , Mont-Blanc Köprüsü’nün hemen yanı başında ve gölün sol kıyısında olan parkta yürümeye başladık. Parkın en önemli simgesi dünyaca ünlü dev Çiçek Saat 1955 yılından beri parktaymış. Her mevsim yeni bir tasarımla saatin renkleri de değişiyormuş. Saniyeleri gösteren 2,5 metrelik ibresi ise dünyanın en uzunuymuş.
Tabi burası İsviçre, yağmur kaçınılmaz. Arada bir yağmur atıyor, arada bir güneş açıyor. Biz de eski şehrin ara sokaklarında küçük bir gezintiye çıktık. Köprünün karşı yakasında lüks mağazalar vardı. Oyuncak mağazaları, çikolata dükkanları ve merkezde bulunan atlı karınca çok hoşumuza gitmişti. Bu gezintinin sonunda Cenevre’nin en görkemli yapılarından biri Aziz Pierre Katedrali (St. Pierre)’ne ulaştık. Kilisenin içinde koronun oturduğu bölüm, St. Adrew’ın vitrayları, Calvin’in sandalyesi, Macchabées Şapel’i  görülmeye değer. Kilisenin kulesine tırmanarak tüm Cenevre’yi ve Cenevre Gölü (Leman Gölü) manzarasını görme şansı yakalayabilirsiniz biz biraz yorgunluktan kilisenin içinde dinlenmeyi tercih ettik.
Artık karnımızın acıktığını hissetmiştik. İsviçre denilince akla ilk gelen şeylerden biri de peynir. Peynir fondü nasıl olur diye merak etmedik değil gezi boyunca… Navigasyonumuza güvenerek oraların iyi restoranlarından biri olan Cave Valaisanne bulduk. Girişte peynir tezgahı vardı peyniri kesip eritiyor. Size sunulanda tencere içinde gelen 3 farklı erimiş peynir (eski kaşar, kars gravyer, cheddar). Tencerenin içinde ki erimiş peynir sıcak olsun diye altına mum yanıyor. Yeme şekli ise uzun ince bir çatala küp küp kesilmiş ekmek takıp tencerenin içindeki peynire bandıra bandıra güzelce yiyoruz. Bu yemeğin ismi Fransızcadan geliyormuş: Fondre (erimek) ve fondue (eritilmiş). Fondünün İsviçre dışında 1960'lı yıllarda tanınmış ve ABD'de 1970'lerin en 'in' yemeği haline gelmiş.
Hava kararmaya başladı ve dönüş yoluna geçtik. Rhone nehri ve Orta Avrupa’nın ikinci büyük tatlısu gölü olan Leman, Cenevre’yi ikiye ayırıyor. Leman gölünün ortasındaki kıyıya 400 metre uzaklıkta bulunan ünlü Jet d’Eau fıskiyesini görmeden gitmek olmazdı. Başlangıçta şehre su dağıtımında güvenlik supabı olarak kullanılıyormuş. Bugün dünyanın en güçlü fıskiyesi ve Cenevre’nin de simgesi. Saatte 200 km hızla göl sularını 140 metre yükseğe fışkırtarak görsel bir şölen sunuyor. Cenevre’de doğan ünlü filozof ve yazar Jean- Jacques Rousseau’nun anısına bu ad verilmiş.
4. gün artık dönüş yoluna geçme vakti gelmişti. Disiplinli şehirleri, muhteşem doğası ile bizi büyüleyen İsviçre’yi, daha sıcak bir havada tekrar görmek üzere, bize inanılmaz güzel bir şekilde ev sahipliği yapan arkadaşımızı geride bırakarak uçağımıza bindik. Kendi kendimize sorduk da aslında acaba Heidi’yi gördük de fark etmedik mi,  mor inekler vardı belki de… Çikolata tadında ve mükemmelliğinde geçirdiğimiz tatil bize gerçekten çok iyi gelmişti.  

Cenevre



Anılar

Yol arkadaşımız ve ev sahibemiz Gizem ARICI'ya teşekkürler.






29 Ocak 2014 Çarşamba

Renkli Harikalar Dünyası

Tarih: 11.01.2014

Minik bir aradan sonra döndük!

Dönüşümüzü bu arada uğradığımız bir sergi ile taçlandıralım dedik. Bahsetmek istediğimiz Ara GÜLER'in Galeri Merkür'deki fotoğraf seçkisi. Sergi sona erdi ama görsellere yine de internetten ulaşabiliyorsunuz sanırım. 

Nişantaşı'nda bulunan galeriyi kaybolmadan buluyoruz, fakat bir apartmanın en alt katında olduğunu anlayınca çekinmiyor değiliz.

İçeri girince küçük ama sempatik bir mekan bizi karşılıyor. Karşımızda alışkın olmadığımız renkler!. Evet evet renkli İstanbul fotoğraflarının sergilendiği bu sergiyi gezmek kesinlikle bizi büyülüyor. Eski şehri tanımakta da güçlük çekiyoruz, ilgili arkadaştan fotoğrafların nerede çekildiğine dair bilgi alıyoruz. Tek eleştiri serginin çok sınırlı sayıda fotoğraftan oluşması. Ama galerinin alanının yettiği kadar fotoğraf alabileceği de aşikar :)

Daha detaylı bilgi: